14 Eylül 2010 Salı

“Tepte’li Hep Deli” Günlükleri Vol.1

Malatya, güzel bir şehir olup dedemin ve sülalesinin de memleketidir. Normal şartlar altında bayram(lar)da ya evimizde oturur ya da İzmir’e akrabaların yanına giderdik; bu sefer orada kendine çaya(bkz: içinde bol bol balık ve bilumum canlıları barındıran yer) çok yakın bir bağ evi yapmış olan; üzümler, domatesler, biberler yetiştiren dedemi görmeye gittik; hem onun gönlü olsun hem de biz farklı yerler gezelim görelim diye bayramı Malatya’ya götürürüz sandık daha doğrusu.

Arife gününden bir gün önce öğleden sonra çıktığımız yolculuk yaklaşık 10 saat sürdü. Yolculuğumuzun sonlarına doğru kestirme bi yol bulduk arabayı da evin önüne koyarız diye uzaklardan el feneriyle bize işaret eden dedemi yanlış yorumlayıp(o geri dönün yanlış yol demeye çalışırken sivri zekalı kardeşim ve annem onu gel gel olarak algıladı) bi adamın bağına izinsiz giriş yapmamızı saymazsak, şahaneydi! Babam yolun çok yumuşak olduğunun farkına vardığında geri geri çıkması için çok geçti; bu yüzden düşündü ki ilerden dönerim. Ne mümkün! Traktör yoluymuş orası, balatalardan garip bi koku gelmeye başlayınca dedik böyle olmayacak. Tam o sırada dedem sağolsun koşa koşa geldi “e be oğlum burası yol mu girilir mi buraya hiç akıl var mantık var diyerek” sevgili şoförümüzü payladıktan sonra “bırakalım arabayı yarın çektiririz motorla” diyerek aldı bizi önüne düştük kör karanlıkta yollara. (Yol boyunca: Annem topuklu ayakkabılarla yürüyemez geride kalır, anneannem dedemi yanlış işaret ettin hep senin yüzünden diye suçlar, biz kardeşimle ayrı bi alemdeyiz zaten, babam da eminim balataları düşünüyodu) Gökyüzünde o kadar yıldızı bir arada görmek bir daha kolay kolay nasip olmaz sanırım bana, hiç ışık olmadığında ne de çok yıldız varmış nasıl da istediğin kadar dilek dileyebilecek kadar çoğu kayıyormuş öyle :) Tabi, normal bir yoldan bahsetmiyorum; yeri geldiğinde çakıl dolu, kimi zaman kumlu ama ististasız kapkaranlık bi yol. Sağın solun bağ bahçeyle kaplı, eh haliyle yılandır çıyandır çıkıverir diye kenetlenip öyle yürüyorsun normalde kedi köpek gibi kavga ettiğin kardeşinle bile. Eve nihayet vardık derken kapıda bizi dedemin “Zühtü” adını verdiği kurbağanın karşılaması da trajikomik tabi :)

(Kendimizi tam olarak korku filmlerinden birindeymiş ya da birini çekiyormuş gibi hissettiğimizi söylememe bilmem gerek var mı? Hani hep olur ya dağın başında araba kalır, telefonlar çekmez o sırada bi adam elinde fenerle çıkıp sabaha kadar kalacak yeri olduğunu söyler ve seni alıp 2 odalı bi barakaya götürür derken olaylar patlak verir vs. neyse ki el feneriyle gelen yağız delikanlı(!) dedemdi…)

Söylemeden geçemeyeceğim bir şey var ki tek iletişimimiz muhabbet etmekti, internetten ve telefondan uzak geçen 4 gün! Çok iyi yanları da vardı tabiî ki ( bayram kutlaması için beni niye aramadın kızım diyen nineler, ama ben senden büyüğüm senin aramanı bekledim babanızın aramasıyla olmaz diyen halalar/teyzeler vs) , ama alışmış kudurmuştan beterdir derler ya, itiraf etmeliyim ki ilk saatler adapte olmak inanılmaz zordu!

(P.S. Telefonun çektiği yerler: Domates ve biber tarlasının kesiştiği yer + 4. armut ağacının dibi)

Yolculuğumuzun sonlanma süreci ve ilk vardığımızda edindiğim bilgiler bunlardı. Kimse bana sesi herkesten çok çıkabilecek öten böceklerin (bir biyolog adayı olarak o böceğin bilimsel adını bilmediğim için utanmayı bir kenara bırakarak yazıyorum), gecenin yarısı kafamızın içine kadar yürüyüp bizi öd bırakmayacak kadar korkutacak hormonlu hamamböceklerinin varlığından bahsetmemişti…

vol.2 —> canım ne zaman isterse! önce bi tepkileri görelim :)