14 Eylül 2010 Salı

“Tepte’li Hep Deli” Günlükleri Vol.1

Malatya, güzel bir şehir olup dedemin ve sülalesinin de memleketidir. Normal şartlar altında bayram(lar)da ya evimizde oturur ya da İzmir’e akrabaların yanına giderdik; bu sefer orada kendine çaya(bkz: içinde bol bol balık ve bilumum canlıları barındıran yer) çok yakın bir bağ evi yapmış olan; üzümler, domatesler, biberler yetiştiren dedemi görmeye gittik; hem onun gönlü olsun hem de biz farklı yerler gezelim görelim diye bayramı Malatya’ya götürürüz sandık daha doğrusu.

Arife gününden bir gün önce öğleden sonra çıktığımız yolculuk yaklaşık 10 saat sürdü. Yolculuğumuzun sonlarına doğru kestirme bi yol bulduk arabayı da evin önüne koyarız diye uzaklardan el feneriyle bize işaret eden dedemi yanlış yorumlayıp(o geri dönün yanlış yol demeye çalışırken sivri zekalı kardeşim ve annem onu gel gel olarak algıladı) bi adamın bağına izinsiz giriş yapmamızı saymazsak, şahaneydi! Babam yolun çok yumuşak olduğunun farkına vardığında geri geri çıkması için çok geçti; bu yüzden düşündü ki ilerden dönerim. Ne mümkün! Traktör yoluymuş orası, balatalardan garip bi koku gelmeye başlayınca dedik böyle olmayacak. Tam o sırada dedem sağolsun koşa koşa geldi “e be oğlum burası yol mu girilir mi buraya hiç akıl var mantık var diyerek” sevgili şoförümüzü payladıktan sonra “bırakalım arabayı yarın çektiririz motorla” diyerek aldı bizi önüne düştük kör karanlıkta yollara. (Yol boyunca: Annem topuklu ayakkabılarla yürüyemez geride kalır, anneannem dedemi yanlış işaret ettin hep senin yüzünden diye suçlar, biz kardeşimle ayrı bi alemdeyiz zaten, babam da eminim balataları düşünüyodu) Gökyüzünde o kadar yıldızı bir arada görmek bir daha kolay kolay nasip olmaz sanırım bana, hiç ışık olmadığında ne de çok yıldız varmış nasıl da istediğin kadar dilek dileyebilecek kadar çoğu kayıyormuş öyle :) Tabi, normal bir yoldan bahsetmiyorum; yeri geldiğinde çakıl dolu, kimi zaman kumlu ama ististasız kapkaranlık bi yol. Sağın solun bağ bahçeyle kaplı, eh haliyle yılandır çıyandır çıkıverir diye kenetlenip öyle yürüyorsun normalde kedi köpek gibi kavga ettiğin kardeşinle bile. Eve nihayet vardık derken kapıda bizi dedemin “Zühtü” adını verdiği kurbağanın karşılaması da trajikomik tabi :)

(Kendimizi tam olarak korku filmlerinden birindeymiş ya da birini çekiyormuş gibi hissettiğimizi söylememe bilmem gerek var mı? Hani hep olur ya dağın başında araba kalır, telefonlar çekmez o sırada bi adam elinde fenerle çıkıp sabaha kadar kalacak yeri olduğunu söyler ve seni alıp 2 odalı bi barakaya götürür derken olaylar patlak verir vs. neyse ki el feneriyle gelen yağız delikanlı(!) dedemdi…)

Söylemeden geçemeyeceğim bir şey var ki tek iletişimimiz muhabbet etmekti, internetten ve telefondan uzak geçen 4 gün! Çok iyi yanları da vardı tabiî ki ( bayram kutlaması için beni niye aramadın kızım diyen nineler, ama ben senden büyüğüm senin aramanı bekledim babanızın aramasıyla olmaz diyen halalar/teyzeler vs) , ama alışmış kudurmuştan beterdir derler ya, itiraf etmeliyim ki ilk saatler adapte olmak inanılmaz zordu!

(P.S. Telefonun çektiği yerler: Domates ve biber tarlasının kesiştiği yer + 4. armut ağacının dibi)

Yolculuğumuzun sonlanma süreci ve ilk vardığımızda edindiğim bilgiler bunlardı. Kimse bana sesi herkesten çok çıkabilecek öten böceklerin (bir biyolog adayı olarak o böceğin bilimsel adını bilmediğim için utanmayı bir kenara bırakarak yazıyorum), gecenin yarısı kafamızın içine kadar yürüyüp bizi öd bırakmayacak kadar korkutacak hormonlu hamamböceklerinin varlığından bahsetmemişti…

vol.2 —> canım ne zaman isterse! önce bi tepkileri görelim :)

17 Ağustos 2010 Salı

Her Son "Kelebek"...

Er geç gelecekti beklenen
Can, kırıklarından arınırken acıtacaktı
Eski günlere dönmek gibisi olmayacaktı düşününce
Ardı sıra koşarken akrep yelkovanın, önüne geçecekti bir çırpıda
Karlar düşecekti o sıcak yazın ardından
Şimdilerde farkına varmak zamanı
İliklerine kadar donarken içinin ısınma zamanı
Tırtılın kelebek olması gibi bir ömür “yaşama” zamanı şimdi…

17.08.10
20:50

Günah Keçisi

Hata yapan ya da yapılan olmak olarak ikiye ayırabileceğimiz bi süreçtir hayat; zordur bi yaşamı hatasız atlatmak… Hak etmediğimizi düşünürüz söylenenleri, hak etmediklerini düşünürüz bizi; üzeriz, üzülürüz…

Kısır döngüdedir her zaman yaşananlar. Pazartesi sendromu gibidir terk edilmek, terk etmek ya da zorunda kalmak… Bazen de hafta sonu mutlulukları getirir bize, garip.

Birden suskunlaşır bazen insanlar, sevdikleri karşısında; diğer sevdiklerine karşı suskunlaşırlar aslında. Hak etmediğini düşünse de konuşulmasına ses çıkarmazlar. “Günah keçisi” olmaya mecburdur hakkında konuşulan her zaman…

Karşıdaki zarar görmesin, kırılmasın, beni terk etmesin diye bir sürü laf yutulur ılımlı konuşulur; bazen de inadına kırmak için konuşulur. Çünkü sustukça büyür her şey, konuşuldukça çözülür; ya da çözüleceğine inanılır…

Doğanın dengesini sağlayan bi agresiflik vardır herkesin üstünde, bazen dokunsan patlıcak bi volkan bazen de çoktan sönüp gitmiş bi şömine ateşi gibi; kimisi saçtıkça saçar alevlerini, kimisi de susar körüklendikçe; susar çünkü onun ateşi her şeyi kasıp kavurur bitmek bilmez başlarsa yanmaya, yanmakla kalmaz; yakar da…

En zoru arada kalmak böyle durumlarda. Arkadaş, sevgili, kardeş, kuzen, anne ya da baba; nolursan ol kalma arada. “Ara dayağı” gibisi yoktur çünkü; canı yananların arasında kalmışsan hele dayak yemişten beter olursun; onlar öpüşür barışır sen o acıyı hayat boyu unutamazsın…

Hatasız hayat yok işte! Saymaya geldi mi daha bir sürü çıkar mutlaka; kullanım kılavuzu bile olsa bu hataların, dozajını yaşamadan ayarlayamayız. Günde kaç kere alınması gerektiği belli bi antidepresandan bile daha zor hataları yutmak, onları sindirip uykuya dalabilmek, olanları kabul edip olacakları bekleyebilmek ve en zoru da o hatayı kabul edip “özür” dilemesini bilmek, özür dileyecek olanı dinlemeyi başarabilmek.


P.S. Uzun zamandır tamamlayabildiğim ilk yazıdaki saçmalamalar için de “özür diliyorum” :)

26 Haziran 2010 Cumartesi

Korktum, çok korktum…

Beklediğim mezuniyet gecikmiş gibi geldi önce. Sanki mezun olmalıymışım artık gibi… Sonra, sonra birden aslında mezun olmayı hiç istemediğimden korktuğumu fark ettim. Çünkü o zaman her şey daha da karışacak, yaklaştıkça daha da büyüyecek sanki sorunlar gibi geldi birden. Kimse yan yana kalamayacak herkes sonbahardaki yaprak döken ağaçların birer yaprağı gibi savrulacak sanki bilmediği yerlere. Telefonlar çekmeyecek, rehberler silinecek, yüzler unutulacak, hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi geldi birden…

Olmasın! Kimse beni unutmasın, ben kimseyi unutmayayım. Hep olsun hayatımda şu anda kalmış olanlar… Ben hep onları gülümsetince mutlu olan kız olarak kalayım, onlar da hep yüzlerinde tebessümle hatırladıklarım olarak kalsın…

Bir mesaj gelsin aniden “Şerefinize değerlilerim!” diye. O da beni gülümsetsin…

O gün geldiğinde daha da sıkı bağlansın herkes birbirine, daha da coşkulu, mutlu olsun birbirleri adına!

Bu sefer korktuklarım başıma gelmesin, kimse kimseyi kaybetmesin!


26.06.10

01:18

23 Haziran 2010 Çarşamba

Baget, Lanet, Ter...

Ben bir bateri bagetiyim. Beni tutan ellerle sevişirim; ritimlidir sevişmelerim. Tanıştırayım yanımdaki ruh ikizim, o da diğerim benim. Bensiz ya da onsuz anlamı yoktur çıkan seslerin, ellerin… Birimiz sağa birimiz sola derken göz göze gelebiliriz sadece, ama biliriz bittiğinde müziğimiz; bıraktığında seviştiğimiz eller bizi, sonsuzluk kadar büyük bir sessizlikte boğulmak bekler bizi. En dibe vurduk derken, tekrar canlanırız bambaşka ellerde; ama asla ikimizden biri değildir dokunan, bedenlerimize.

Ben baterinin lanetiyim. Kendimi buraya hapsettim. Bedenimi kullanmasına izin verdiğim eller, bilirler bensiz(onsuz) birer hiç olduklarını. “Tik tak, tik tak” ritimlerle başlayan sevişmeler, zevk dolu çığlıklara dönüşmeli ben işin içindeysem. Kendimi duyurmak için haykırırm, daha güçlü vur derim o ellere; vur ki görsün bizi,duysun… Ve bir kez daha göz göze geleyim sevdiğimle…

Ben bateriyi çalan bedenin soğuk teriyim. Yerini aldığında önce bir heyecan doldurur içini. Sanki kimse yokmuş gibi hissetmek ister sadece ikimizi. Sonra sımsıkı kavrar beni bir eli,
ruhumu da diğeri. Ve bir kez daha başlarız bitmek bilmeyen gecede sevişmeye, önce yavaş yavaş esen ılık bir rüzgar gibidir nefesi; hızlandıkça kesik ve boğuk çıkmaya başlar sesi, kısılır gözleri; çok geçmeden gelir kendinden geçmeye başladığının sinyali. O anda alnından düşen bir damla yaş ıslatır beni…

Anlarım bu gecenin de bittiğini…

23.06.10
23:00

18 Haziran 2010 Cuma

İçim(iz)deki Kaltak(lar) Ölsün İstiyorum

Derinlerde bi yerde asla kendimize konduramadığımız yanlarımız var inkar etmemek lazım. Bütün suçu erkeklere atıp sütten çıkma ak kaşıklar olarak ölüp gidemeyiz (yani öyle olduğumuzu sanarak). Birilerinin buna “dur” demesi lazım, aslında her birimizin kendine bir “dur!” demesi lazım. Neden diye düşündünüz şimdi birden böle değil mi? “Noluyo lan bu hatuna?” “ne bu şiddet bu celal, kime kızım senin bu atarın?” Evet, bunlar geçti içinizden; yazarken benim bile geçiyor anam babam niye sizinkinden geçmesin, haklısınız.

Dilim döndüğünce, kalemim yettiğince anlatmaya çalışayım. Nasıl değerlere sahip olduğumuzu düşündüğümden bahsedeyim önce. Hiçbirimiz 18 yaşında kapı önüne konup “hadi bakalım yaşa kendi hayatını diyen ailelere sahip değiliz bi kere” (istisnalara saygım sonsuz, ama biliyoruz ki kaideyi bozmuyorlar). Değiliz de noluyo, aynı bokun laciverti işte nolcak ! Başka ne örnek verebilirim, hımm şöyle ki sarhoş olup evlerimize gidebilme lüksüne de sahip değiliz ya da ne bileyim erkek arkadaşlarımızı alıp evimize getirip(ailelerimizle birlikte yaşadığım evden bahsediyorum) onlarla uyuma gibi bi seçenek de yok doğru muyum? Gerçi onay beklediğim de yok, fikrimi söylüyorum altı üstü.. Şu üniversiteyi kazanıp da “sudan çıkmış balığa dönme” deyimini yaşamayanımız da yok sanırım. Sevgilimiz olsun, birlikte kalalım, uyuyalım, sevişelim, içelim, sabahlar olmasın oohh mis valla dimi cicişlerim?! (nerden benim oluyorsanız artık ya da ciciş neyse! =D)

Benim için de durum bundan farksızdı baylar, bayanlar. Çocukluğuma inelim önce gelin… Benim her zaman kızdan fazla erkek arkadaşım oldu; ip atlamak yerine ağaca dalmayı, voleybol oynamak yerine maç yapmayı (evet yahu bildiğin futbol işte, taşlardan yaptığımız kalelerimiz vardı hatta) , eteğimi kıvırıp makyaj yapmak yerine sıranın üstüne oturup “abi ya …” ile başlayan muhabbetlere girmeyi blabla.. tercih ettim hep. Kısacası erkekleri hep daha çok sevdim kızlardan, ama bu üniversite olayı kafamı bombok etti! İlk aşık oldum dediğimde lisedeydim, dibine kadar yaşadım acıyı, mutluluğu… Köpek gibi de aşıktım mına koim, yıllarca geçmedi. Şimdi aşkın ne olduğunu nasıl yaşandığını kitaplardan ve birkaç kaliteli filmden başka hiçbir yerde göremiyorum (ki o aşkın da gerçek olmadığını gözüme sokuyolar sağolsunlar). Ben ki o kadar erkekle büyüyen hatun, onları tanıyamıyorum bile; ama buna onlar mı sebep oldu yoksa biz mi inanın bilmiyorum…

O seks-i memnu, küçük orospular, yar*ak dökümü ve aklıma gelmeyen onlarca diziyle birlikte iyice kirlendi her şey, televizyon denen şey iyice zıvanadan çıktı , yıllarca başından kalkmadan cnbc-e izleyen ben artık sırf o “aptal kutusu”nu görmek bile istemediğimden başka bir şeye yapıştım kaldım, “bilgisayar”! Ne kadar iyi ne kadar kötü bi durumdayım, tartışılır tabi =) Ay o evlendirme saçması programlardan bahsetmiyorum bile! Yahu haberler günlerce Baykal amcanın “kaset”ini (!) haber diye izlettiler, dinlettiler olacak iş mi bu?! (Benimki de iş işte, bunu bile haber yapan adamların, izleyelim diye bize sunduğu programlara bok atıyorum vay arkadaş ya..)

Neyse, konuyu dağıttım yeterince.. Ne hale geldiğimi(zi) anlatmaya çalışıyorum sadece, içimi dökmeye çabalıyorum. Hatta bazen kussam çıkarlar mı acaba bile düşünmeye başladığım oluyor, çıldırmanın eşiğindeyim. Üzerimde garip bir acı, keder, deli saçması bi sürü şey var.

Rüyalarımdan korktuğumdan uyuyamıyorum, uyuyamadıkça halüsinasyonlar görmeye başlayacağıma dair garip bir his oluştu içimde, duvarlar üstüme üstüme geliyor. Geçen gün mutfakta oturuyorum bildiğin masada ,yine bilgisayarımın başında; sağıma bi baktım tezgah yaklaşıyo sanki; hay mına koim lan noluyoruz dedim. O derece yani!

Aşk diyordum… Aşk=cinsellik bunu bilmeyeniniz varsa öğrensin. Evet bilimsel olarak böyle ve bilmeniz gereken diğer şeyse cinsellik=seks değil! Sadece %20 lik kısmı seks ve diğer orana bakılınca (%80) kıyaslanmaya bile değmeyecek kadar önemsiz kalıyor, bence… Kalan şeyler neler: Bakışmak, öpüşmek, dokunmak, kokusunu içine çekmek, tenine yaklaştıkça tüylerini diken diken etmek vs. Yanlış anlaşılmak istemem, seksi kötülemiyorum; yapanları da… Sadece amacından sapmaktan bahsediyorum; her şeyin bi amacı var değil mi? Amaçsızca yapılan bir anlık bi seksten aldığın keyifle, %80 lik kısmı yakalayıp %20 yi de ona eklemeyi kıyaslayabilir misiniz? İşte bu yüzden başlıkta “İçim(iz)deki Kaltak(lar) Ölsün İstiyorum!” yazıyor… Bunu rayından çıkaran, her kadının içindeki kaltaktan başka bir şey değil(bu azdır ya da çoktur ama bi kaltak var yani), isterseniz bana “hadi len ordan, bunları yazdığına göre en ala orospu sensin” deyin sikmde bile değil. Bedenini araç edip erkekleri kendine seksle bağlamaya çalışan kadınlar oldukça, ruhlarını teslim edip yüce bi amaçla –aşkla- sevişen kadınlar ikinci planda kalmaya mahkum olucaklar; bu noktada erkeklerin zaafı devreye giriyor çünkü. Tüm suçu onlara atmayalım dedik ama onlar da en az bizim kadar suçlular (ortada bir suç varsa tabi). Neden mi? Gördükleri bacaklara, çatala, bel açıklığına ve en önemlisi de bir deliğe çükünün suyunu akıtmayacak erkek yok da o yüzden… Belki de içimizdeki kaltaklar onlar yüzünden bu kadar yüzeye çıktılar; değerlerimizi, onları tatmin edelim ki başkalarına gitmesinler bizim olsunlar, bizim kalsınlar diye yaptığımız fedakarlıklar yüzünden kaybediyoruz belki de!

Ben sadece artık kendimize bir “dur” diyelim istiyorum… Hiçbir şeyi kendimi sizden ayırarak yazmadım bayanlar, aslında biraz dikkatli okursanız neredeyse bütün suçu üzerime aldım (Benim içimdeki kaltağa noluyorsa artık! ) ;)

Son olarak da 4S kuralını aklınızdan çıkarmayın (çünkü kimse kendinizden kıymetli değil, olmamalı; bunu ben yapamıyorum bari siz yapın anacım) diyerek bu uzun zırvaya bi son veriyorum!

Haydin ciao =P

P.S. Bilmeyenler için “4S”: Siken Sevilir; Seven Sikilir!

17 Haziran 2010 Perşembe

Selamın aleyküm.. Ve aleyküm selaaam.

Nasıl başlasam diye düşünmeden hobarey diye konuya dalmak istediğim bi yazı bu. Bu sıralar rüyalardan gidiyorum farkındayım ama acayip etkilenmiş durumdayım kendi rüyalarımdan! Yani utanmasam sırf rüya görmeyeyim diye uyumayacağım vallahi :S Yine ne gördün merakı oluşturabildim mi bilmiyorum ama ben olsam meraklanırdım :P

Her selam verdiğimiz "arkadaş" her muhabbete oturduğumuz "dost" olmuş ona üzülüyorum. Kendi kaybettiklerime yanıyorum bi taraftan da (onlar yansın kendileri kaybetti de diyebilirim tabi ama öyle kolay değil işte). Rüyamda da kaybettiklerimden kareler gördüm işte.. Böyle bi kep törenindeyiz, anam bi de baktım benim yeşil gözlüm mezun oluyomuş kahve gözlümle ben gitmişiz tee ıspartalara onun kep atışını görmeye akşamında da kafaları çekmeye tabi =D bir sarılmışız allahım o nasıl bir huzurdur nasıl bir gülümsemedir benim yüzümdeki; sanki yıllardır çok rastlayamadığım macuncu amcayı kovalayıp macun alıcakmışm gibi bi heyecan bi sevinç bi karmaşa. Off ! dedirtti bana yani. E bugün de kandil ya hani dedim bi mesaj atayım, senin neyine mesaj atmak kızım neyine! böyle soğuk soğuk bir cevap birinden, ötekinden hiç mesaj bile yok zaten... Niye bu kadar takıyosam kafama bilmiyorum. Aslında biliyorum ya, şu ikili ilişki olayını ne zaman tam anlamıyla tutturucam onu düşünüp ona takıyorum kafayı. Bi roulette oyunu gibi hayatım sürekli numaralar değişiyo gidenler gelenler yani ama dursunlar artık dursunlar istiyorum !

Bu kahve gözlüm benim ilkokul arkadaşımdı, pek samimi değildik o zamanlar çocuktuk yahu! Aynı liseye gitmeye başlayınca bi tutunduk birbirimize bi samimiyet. Sonra onun sınıfında başka bi kız vardı, hıh işte o da benm yeşil gözlüm. ikisi samimi oldu önce sonra da üçümüz, derken bi baktık yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez olmuş...
Lise sona kadar baya bi kopukluklar yaşadık biz, bana güvenlerini kaybetmişler de bilmem ne. Kaybedersiniz tabi anlattıklarımı dinlemek istemediğinizi söylerseniz anlatacak başkalarını bulmak zorunda kalırım bende sizden uzaklaşırım, herşeyimi anlatamayacaksam ona "dost" diyebilir miyim ben...

İşte böyle bu ikisi benim kafamı çok kurcaladı son zamanlarda. E bi de evime gelmişim ya hani onlarla vakit geçirdiğim yerlerden geçip duruyorum isteyerek ya da istemeyerek, direk bilinçaltım devreye girmiş olacak ki rüyalarıma kadar işlediler... Özlüyorum abi, küfürlerime kızmalarını, benim özel soslu bol acılı makarnamı yanında bir sürahi suyla beraber yememizi, bahçeliye gidip içmemizi, beraber ağlamamızı, beraber gülmemizi, özlüyorum işte mına koim ! Ha bi de rüyamda kahve gözlüm sigara içiyodu ki hayatta beklemem ondan çünkü nefret eder. Hatta benim bile içtiğimi bilmez hala, nerden bilecek gerzek görüşmüyosunuz ki yıllardır...

Şimdilerde etrafıma bakıyorum, kimsenin tam olarak samimi olduğuna inanmıyorum; zaman zaman kendimin bile. Bi bakıyorum arkasından konuşuyolar, sonraki gün can ciğer kuzu sarması; bu ne lan ! Daha dün demediğini bırakmıyodun arkasından, noldu?! Tabiki var canım ciğerim olanlar, onlar meclisin dışında kalanlar.. Ama dedim ya geride bıraktıklarım hala canımı acıtabiliyorlar ama bıraktığın gibi bulamıyosun dönüp baktığında ya da uğraşmıyosun. Ben uğraşmamayı seçtim, benim için çok geç kaldıklarını düşündüklerinden onlar da uğraşmamayı seçti ve bu böyle sürüp gitti...

O kadar çok sapak o kadar çok engel var ki yürüdüğüm yollarda, bazen sırf kendimi bazen de sırf onları düşündüğümden o yolda benimle yürüsünler istemiyorum; ama nolursa olsun yanlarmda olsunlar istiyorum, "dostum" dediklerim. Onlar da bir yere kadar gelebiliyorlar tabi hak vermemek elde değil. Bi tıkanıklık yaşandı mı da çekip gidiyorlar.

Belki de bu yüzden bu kadar nefret ediyorum tek sayılardan, biz 3 kişiydik çünkü! Nefretim de sevgimden geliyo bundan eminim... Çelişki insanıyım ben, dengesizim bi anda parlar bi anda silerim sonra bi anda pişman olur özür dilerim, söz veririm; ama sözümü tutamamam için siktiimin hayatı elinden geleni ardına koymaz. Bak görürsünüz ahanda buraya yazmıştı kızcağız dersiniz...

Bi gün okursanız bu yazıları, beğenmeyin mühim değil; çünkü insanlar kendini buldukları yazıları genelde beğenmez, içinde acı varsa çelişki varsa kendine konduramaz bunu belki de, itiraf etmek istemez, eleştirmek daha kolay gelir çünkü. Ve beyin, öyle bir şey ki asla çelişkiye izin vermez... Yazarken farkına vardığım çelişkiler bunlar. Normalde görseniz, "yuh mına koim" bunlar bu kızdan mı çıkmış dersiniz inanın; çünkü öyle bir bünye var ki bende akıllara zarar! Dışım kıkır kıkır güler, etrafındakileri kahkahalara boğar (ki bi gülücüğe canımı veririm), içimde ne fırtınalar kopar söylediklerimin on misli belki de ama sadece söylediğim kadarını bilebilirsiniz, fazlasını beklemeyin benden... İçine atan bi tip değilim ama ister istemez benliğime sızıyor acı, keder!

Dostlarımı kaybetmişim ve yasını bile tutamıyorum gülmekten.. Şimdiyse bi "Selamın aleyküm" e "aleyküm selam" dediklerim arkadaşım olduğunu iddia ediyorlar, iki gülüp güldürdüğüm insan da samimiyetime güvendiğini iddia edip ağzıma sıçıyor, neymiş efendim dostmuş. Mümkünse olmayın efendi, hatta olmaz olun!

Beni bana bıraksınlar emeklediğim yıllarıma geri döneyim "agucuk gugucuk" lara gülmeye devam edeyim ya da hiç olmadı ilkokula döneyim de tek derdim matematik problemlerini çözememek olsun. (Nasılsa sike sike çözdürecekler arkadaş ne diye gereriz ki kendimizi :D)

Uzun lafın kısası, yıllardan birinde dostlarımı bi sapakta bırakıp engellerden tek başıma atlamaya yolumu bi başıma bulmaya uğraşmışım; gün geçtikçe çirkinleşen bi anlam kargaşası içinde kendim olayım derken iyice kendimden uzaklaşmışım...

Gökten 3 elma düşer ... ( Bak yine 3 mına koduumun sayısı!)

o bira, bu bira, şu bira !

izlediğim filmin etkisiyle içtiğim biralar karışınca tam olarak insan olmadığımı söyleyebilirim şu anda. “canımsın” dediğim bi arkadaşım var msnden kontrol etti beni iyi görünüyormuşum o yüzden aklı bende kalmadı… halbuki iyi filan değilim, ama bana nolduğunu da anlayabilmiş değilim.

aslında şu sıralar derdim sınıfı geçmek. sözde formasyon için yaz okuluna gidebilirim diye düşünürken yine sınıf geçme derdine gidersem çok üzülücem ! bi tarafım izmirde evet ama ankarada böyle evimde bilgisayarın başında anne babamla didişerek, kardeşimle film izleyerek, mutfakta sabahı akşam/ akşamı sabah ederek, istediğim kadar sigara ve alkol tüketerk geçirmeyi seviyorum… artık başım ağrıyor bilgisayar başında durmaktan uyuyamamaktan ama olsun yine de evde olmak güzel şey. sana kimselerin bişey yapamayacağı güvenli bi yerde olmak. orda da bana bişey yapan yok gerçi kendimden başka… kendi kendimi yemekten başka yaptığım bir şey de olmayabilir tabi! ya da bütün bunlar alkolün etkisiyle zırvalamaktan başka birşey değildir bilmiyorum…

Bildiğim bir tek şey var, evimde kendi yalnızlığımda tek başıma içki içmeyi çok seviyormuşum… evet “muş”um diyorum çünkü ben de bunu 22 yıl sonra keşfettim.

Yaşasın hümanizm! Ama sanırım hümanizm e kendimi dahil etmiyorum. Kendimi insan yerine koymuyor muyum ne?

Homo sapiens…

Kirli Çamaşır Sepeti

yeterince dinledikten sonra içten içe mırıldandığı şarkının anlamlı sözlerini, gözlerini yumdu ve istediği yere varmak üzere uykuya daldı... Hiç fark edilmemişleri keşfetmekti istediği! Çıkmayı arzuladığı yolculuğun sonunun olup olmaması umrunda değildi. o, öykülerden... Gerçek hayata… Herkesin gördüklerinden başka bir şeyler bulmak için uyuyordu adeta… Acının içindeki tadı, gözyaşının ardındaki mutluluğu, aramıyordu o!! Bunları zaten herkes biliyordu!..

Hala uyuyordu… En derininde bir yerde kalktı yatağından! Banyoya yöneldi… Aynada gördüğü kendi yansımasına hayret etti bir an!! Kendi sesini dinleyen bir insanın nasıl göründüğünü hiç fark etmemişti daha önce… Sanki bulabilecekmiş gibi, bu yeni keşfini yazabilmek için kağıt kalem aradı ufacık banyoda..! içini çekerek, tekrar bakmak istedi o bambaşka güzellikteki aynaya… yani kendine!! Görüntü silinmişti; bulamıyordu kendini.. Bir şeye takıldı kendini ararken; derken sıçrayarak uyandı!! Ter içinde kalmıştı… Ürkerek, banyoya doğru gitmek için kalktı yatağından… Işığı açmadı! Kapıyı iteledi yavaşça, hafifçe gıcırdadı önce –uykusundan uyandırılmaktan huzursuz bir insan mırıltısı gibiydi gıcırdaması..- sonrası malum; açıldı mecburen!! Ayağına takılan “kirli çamaşır sepeti”ni görmezden gelip, aynayı buldu karanlık banyoda..! Eliyle dokundu kendi yansımasına… Farklı bir şey hissetmiyordu uykusundaki gibi… Şöyle etraflıca bakındı neler var diye banyonun içinde. Makyaj takımları, parfümler, çamaşır makinesi, deterjanlar… Yıllardır dikkatini çekmeyen ama aslında çok kullandığı bir şey de o anda dikkatini çekmeyi başardı… Ağzına kadar dolu bir “kirli çamaşır sepeti”! Kapağını açtı kendini tutamayarak… ne aradığını bilmeden! Beyazlar, renkliler; derken bir sürü kirli çamaşır çıktı doğal olarak sepetin içinden... Adı üstünde “kirli çamaşır sepeti” ydi altı üstü! “İşte buldun” dedi içindeki ses o anda!! “Herkesin evinde olan, ama kimsenin fark etmediği… O aradığın şeyi buldun!” merakla dinliyordu kendini, ama sonunu duyamadı cümlenin!! Daha doğrusu, duyabileceği başka bir şey söylemedi ses! Yatağına döndü… Sabah olmasını bekledi. Geceyi kandırmak istercesine, kapalıydı gözleri... Ama aslında hiç uyuyamadı… Sadece bekledi…

Yeni bir güne başlamıştı şimdi, işlerini bitirip eve dönmeyi sabırsızlıkla bekliyordu... Nihayet saatler sonra evindeydi… Yemeğini yiyip, dinlendi biraz; düşündü… Kitabını aldı eline, işaretlediği yerden okumaya devam ederken uyuyakaldı. Yine konuşmaya başladı kendiyle! Anladı bu sefer; uyanmalıydı… Derin bir nefes alarak açtı gözlerini karanlık odasında. Elinde kitabıyla uyuduğunu fark edince gülümsedi; kitabı rafına kaldırıp, banyoya gitti sabırsızlığını gizlemeye çalışarak… Yüzünü yıkadı ve arkasına dönüp “kirli çamaşır sepeti” ne yaklaştı! Kapağını kaldırdığında... Hiçbir şey hissedemedi bir an! Çamaşırları yıkamıştı annesi… Ya içindeki ses söylemezse ona kimsenin bilmediği şeyi diye korktu … Gözü sepetin en dip köşesindeki eşi olmayan çoraba takıldı o an! Gülümsedi yine… annesi bunu hep yapardı, o sepetin dibinde mutlaka gözünden kaçan bir kirli çamaşır olurdu.. makineyi çalıştırdığında fark ederdi; ama ne yazık ki makine çalıştıktan sonra her şey için çok geçti. Çorap kesinlikle babasının olmalıydı; bütün sepeti kokusu sardığına göre.. Başkasının olamazdı! Eeee.. Farkı ne bunun şimdi diye sordu kendine... Neredeydi içindeki, o farklılığı bulduracak olan, ses?!? Hiç susmak bilmezken neden şimdi konuşmuyordu; yolun sonuna geldiğini anladı. İçindeki ses artık onu rahat bırakmıştı! Bulmak istediğini, aradığını bulmuştu; aynada, kendini dinleyen kızı yeniden gördüğünü hissettiğinde anladı! Düşündü ki… her gün çamaşırlar yıkanıyor… kirler temizleniyor.. ama bu “kirli çamaşır sepeti” nin en dip köşesinde ufacık bir çamaşır hep kirli kalıyor... Aynı bizim hatalarımız gibi, aynı aşk gibi.. aslında aynı yaşamın ta kendisi gibi!! Biz de her gün hatalar yaptığımızı fark edip düzelttiğimizi sanıyoruz, biz de her seferinde ilk kez aşık olmuşcasına heyecanlanıyoruz.. Halbuki hep bir köşede düzeltemediğimiz hatalarımız, her yeni heyecanımızda bir önceki aşktan taşıdığımız yaralarımız, kendimizi, kalbimizi arındıramadığımız üzüntülerimiz var! Evet..! gerçekten bulmuştu aradığını. Hepimizin kalbinde bir “kirli çamaşır sepeti” vardı… içindeki sesin yankılarını son kez hissetti; yatağına gidip en sevdiği battaniyeyi kafasına çekmesini, hiçbir şey düşünmeden uyumasını... söylerken odanın karanlığında içindeki ses de yok oldu. Şimdi yeni bir yolculuğa başlıyordu… -bu sepetin derinlerinde kalan ve fark edemediği yeni şeylere doğru- yine sonunun nerde olduğunun umrunda olmadığı bir yolculuğa…

Madem "Aşk"sın O Zaman Beklerim...

Saat tik taklarına devam etmekte aslında; her an vuruşlar aynı anda çınlamakta kulaklarda! Şu anda tam da senin durduğun yerde, oracıkta bir başkası daha belirmekte; kim olduğunu, zamanın neresinde durduğunu bilmediği aşkını, sevdiğini, özlem duyduğunu… beklerken! Zamanlar farklı; ancak yaşanan an aynı… Senin aradığını; o beklemekte. Onun için saatin her vuruşu biraz daha heyecan verici; çünkü an be an, o zamanın ötesindeki ama kalbinin tam üzerindeki, belki de yıllardır beklemekten usanmadığı, aşka kavuşmasına –bir saat, bir dakika,bir saniye…- daha az mesafe kalır saat vurdukça. Sağdan sola, soldan sağa…

Senin içinse saatler, dakikalar… O aşkı aramakla geçiyordu ve mutlu değildin! Onun sana ulaşmasına izin vermediğin için ikinizi de mutsuz ediyordun! Sonunda anladın ki, onu kaybetmek istemiyorsun…Saat, tik taklarını, hangi yılda ve ne kadar uzakta olursanız olun; sadece sizin için vuruyor!

Bu zamanın ötesindeki aşkı yaşamak ve “O”na kavuşmak senin elinde! Sen seçimini yaptın; şimdi MUTLUSUNUZ… Beklemeye değer bir aşk buldun ve aramaktan vazgeçip bekledin. “O”na kavuştuğun gün sevgililer günü oldu hepimize!

Madem sen “aşk”sın ve aramaktan vazgeçtiğimde yanımda olucaksın… O zaman ben de beklemeye hazırım “aşk”, bul beni!...

12.02.2007
Saat 22:17

16 Haziran 2010 Çarşamba

üşengeçlik diz boyu..

Nedir benim derdim anlamıyorum ki? Her işimi kendim yapmayı severim ama o işi yapacak motivasyonu sağlayana kadar canım çıkmasa olmaz! Altı üstü biranı açıp film izleyeceksin arkadaş tek yapman gereken o güzel kıçını kaldırıp dolaba kadar gitmek biranı almak sonra da oturup yatıp artık her ne zıkkımsa filmini izlemek acının dibine vurmak... Azıcık aşk filmi izleyip hüzünlenmek bile zor geliyor şu günlerde bana. Şehir dışında okuyup eve gelmenin getirdiği bi ağırlık mı bu yoksa ben hep mi böyleyim bilemiyorum, sırf yazmak için mi yazıyorum onu da bilmiyorum ve de yazmaya üşenmediğim için de kendime şaşıyorum açıkçası !

Sabah da söylediğim gibi bugün harbiden tersimden kalkmışım...

Dostum dediğim insana kafam karışık durum şu şu diye mesaj atıyorum aldığım cevap: "Sana çok pis bi teklif yapiim mi ama cidden çok pis" oluyo. Biliyorum ne geleceğini ordan ama yine de öle bir şey olmadığını umarak "yap bakalım" diyorum ve yanındaki erkek arkadaşının sözde geyik olan ahlaksız teklifine maruz kalıyorum. Ters kalkmamış olsan da tersine çevirir bunlar adamı. Hayır yani, sana mı kaldım be adam ! Amaan yazmaya da üşenmeye başladım şu anda. En iiyisi gidip filmi izleyeyim ben. Evet evet en iyisi onu yapmak. Nasılsa uyuyamıyorum da!

Yapılacak daha iyi bir şey bulana kadar en iyisi film izlemek.. Fikri olan varsa beklerim, ama bugün yeterince ahlaksız şey duydum; lütfen ahlakınızla gelin!

Yemek, rüya ? Tanrı'm galiba deliriyorum.. Yok yok sadece sana geliyorum !

Sağımda yemek yapmakta olan annemle muhabbet edememekteyim. Kulağındaki kulaklıklardan ve dinlediği müzikten olsa gerek, ben de onu rahat bırakıp buraya geldim. Çünkü ne yaptığı yemeğe yardım edebilecek hevesim ne de konuşmaya çabalayacak dudaklarım var şu anda...

Annemin derdi dolapta bulamadığı domates ve biber, benimse hala etkisinden kurtulamadığım rüya. Ona anlatsam "hayır olsn kızım" der geçer belki de çünkü yorumlanabilecek cinsten olduğunu düşünmüyorum. Bir de size sunmak lazım tabi..En güzel dinleme şeklinin okumak olduğunu düşündüğümden, beni tanımayan bunca insana rüyamı anlattığıma da hala inanamıyorum orası ayrı...

Yatağımdayım kucağımda laptop çakması bi netbook var fanı deli gibi çalışıp havanın sıcağı yetmezmiş gibi bir de onun sıcağı boğuyor beni. Yanımda da kağıt kalem, ekrana bakıp bir şeyler not ediyorum; isimler.. Ekrana baktıkça kararıyor, uzaklaşıyor, küçülüyor... Kağıda baktıkça yazdıklarım daha da silik görünüyor. Kırpıştırdığım gözlerim şaşkınlıktan değil korkudan kontrolden çıkmış durumdalar, evet korkuyorum... Baktıkça kararıyorum, kararıyorsun, kararıyor etraf ! Bir ses duyuyorum "korkma, yanındayım geçecek" diyor. Uzanıyorum, elim bir şeye dokunuyor, omzu olsa gerek..."Hani nerdesin hiçbir şey göremiyorum!" diye haykırıyorum. "O zaman biraz da benim gözlerimden bak ekrana, kağıda, kendine" diyor. Kafamı bulunduğunu tahmin ettiğim yere çeviriyorum... Derken uzaktan bir ses daha duyuyorum: "Kalk kızım uyanma vakti !"

Uyanıyorum, uyanığım ve sanırım bir daha uyuyamayacağım.. Tanrım deliriyorum !

Midem, boğazım ve bağışıklık sistemim "hata" veriyor..

Yine sabah uyanır uyanmaz açtım bilgisayarı bok var sanki, al açtın msni facebooku noldu başın göğe erdi mi? Makinede asılmayı bekleyen çamaşırlar koktu senin bilgisayar sevdan yüzünden ama kime diyorum ! Hıı sevda demişken, sigaramı yakmayı ve kolamı içmeyi de unutmadım tabi. Evet, sabah sabah midemin delinmesi ve gırtlak kanseri olabilmek için uğraşıyomuşum gibi gelebilir size, ama ben sadece sevdiğim için bu 3lüyü bir araya getiriyorum: Sigara, kola ve -uykusuzluktan ölmeme sebep olucak olan- teknoloji. Bu arada kendimle tartıştığıma bakmayın, bugün biraz ters kalktım da!

Unutmadan şu çamaşırları assam önce iyi olucak…

Yine sinirlerim bozuldu. Bu çamaşır asmak ne kadar lanet bi iş ya ! Mandalı icat edene bi ton sövdüm ama bugün farklı şeyler geldi aklıma ondan. Çamaşırlar rüzgardan düşmesin, kirlenmesin diye mandallıyoruz aslında değil mi? Ama bana çok farklı şeyler çağrıştırdı bugün. İlla bişeylerin özgürlüğünü kısıtlıcaz abi yoksa içimiz rahat etmiyo ! Saçmalama, ne özgürlüğü be diye düşünenleriniz varsa hiç skimde değil kusura bakmayın. Azcık saksıyı çalıştırırsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Çamaşırları mandallarız düşüp kirlenmesinler diye, kadınları mandallarız(!), erkekleri mandallarız(!) çeşitli sebeplerle (aldatmasın, ağlamasın, gülmesin, yemesin, içmesin, çocuk yapmasın, evlenmek istemesin blabla)… Kimi kandırıyoruz ki? Çamaşırlar kuruduğunda mandal izleri kalır bilir misiniz ve ben o izlerden oldum olası nefret etmişimdir, ama biraz düşününce aslında beni terkedip giden insanlardan nefret ediyorum. Neden mi? Hayatımıza giren her insanın -isteyerek ya da istemeden- bizden gidişinde bıraktığı izler de mandal izleri değil mi? Ütülesek de çitilesek de geçmez kolay kolay mandal izi ta ki bir başka mandalla tutturana kadar o çamaşırı. Benim de mandal izlerim var ve naparsam yapayım geçmiyorlar bir başka mandal gelse tutsa beni nolmuş yani bu sefer de o gidicek o bi iz bırakıcak. sonra birikecekler birin üstüne bin katıp birikecekler hem de… İşte bu yüzden bugün her zamankinden daha çok nefret ettim çamaşır asmaktan, terkedip giden insanlardan… içimdeki sesin kulaklarımda yankılanmasına ve bana bunları yazdırmasına sebep olduğu için…

Evet benim mandal izlerim var, sizinkileri görelim…